Kül Tablası

Sonbaharın kasvetli renkleri çoktan İstanbul’a hakim olmuştu ve havanın kara bulutlarla kaplı olduğu bir akşam üstü salonda masamda oturmuş, kasvetli havanın ruhuna kapılıp odanın gri tonlarını izlemeye başlamıştım. Salonun yarı kapalı duran kapısı ufak bir gıcırtıyla yavaşça aralandı ve kapının en altından kedim Anten kafasını içeri doğru uzatıp bana baktı. Göz göze geldik, aklım bundan 3.5 yıl öncesinde bir akşam vakti Kadıköy otobüsüne doğru yolculuk yaptı.

Çoktan akşam olmuştu ve biz Kadıköy’den belki bir daha hiç gitmeyeceğim bir semte doğru giden otobüse binmiş, bir kedi sahiplenmeye gidiyorduk. Otobüs durdu, durakta indik. Veterinere kadar yürüdükten sonra kapıda bizi arkadaşım karşılamıştı. Sonra sahipleneceğimiz kediyi görmek için bahçeye kadar gittik. Bir sokak kedisinin (yaşam alanlarını talan edip adını sokak koyduğumuz yerlerde yaşamaya mecbur bıraktığımız canlılar) yeni doğurduğu yavrulardan bizim için ayrılmış olanı görmeye girdik. Avcumuza sığan minik yavrulardan bizim için ayrılan kediyi sahiplenememiştik o gün. Çok hırçın olan o kedi kaçıp gitmişti ve hiç kimse tarafından sahiplenilmeyen, insanların güzellik kavramına uymayan birazcık çirkin bir kedi yavrusunu sahiplenmiştik. Başka bir kediyi sahiplenmeye mecbur değildik, yalnızca o an onun bizim en yakın arkadaşımız olacağını anlamıştık. O kedi şu an evde kedi beslememe karşı çıkan ev arkadaşım Süleyman ile birlikte belgesel izleyen arkadaş olan sayın Anten. Hikayesi oldukça uzun…

Anten gri tonların büründüğü odada yavaş ve umursamaz adımlarla yürüdü ve kanepeye doğru zıpladı. Kendi köşesini bulup orada kıvrıldı ve gözlerini kapatarak uykuya daldı. Sokak hiç olmadığı kadar sessizdi. Masada öyle bomboş oturmuş, kanepede uyuyan kedimi izliyordum. Çok geçmeden odayı sokak lambasının sarı sıcak tonları aydınlattı. Griye boyanmış oda şimdi sarı sıcak tonlarına teslim olmuştu. Soğuk bir akşam üstü, yarı açık penceremden , odayı iç titreten bir hava ziyaret etti. Griye boyanmış ve sarı sıcak tonlara teslim olmuş bir oda, sessiz bir oda… Aklım 1 yıl öncesi Anadolunun ücra toprak parçalarında uzayıp giden tren raylarının üstünde dumanı tüten bir trenle yolculuk etti.

Yola çıkalı 3-4 saat olmuştu ve tren yolculuğu yapmanın o ilk heyecanı çoktan yerini yolun tadını çıkarmaya bırakmıştı. Yalnızca kalabalık şehirlere, uzak köylere komşu olan bu yolda dumanı tüten bir trende sakin sakin ilerliyorduk. Sanıyordum ki makinist çoktan bir sigarayı yakmış, önünde uzayıp giden yola dalmıştı. Bense bir kışın güneşinin ısıtamadığı bir pencereye dayanmış, belki bir daha yolumun düşmeyeceği uzak köyleri izliyordum. Yanımda getirdiğim ufak hoparlörden Zülfü Livaneli’nin o yumuşak ses tonundan çıkan Bir Şafaktan Bir Şafağa parçası çalarken tren çoktan güneşi ardına almıştı. Yaşamın karmaşasında akıp giderken, binlerce kilometre yolculuk yapıp bir kaç yıl sonra günlüğümdeki satırların tam içine düşmüştüm. Yaşamın bu hayret verici tesadüflerinde anı yaşarken, ne kadar kalabalık olsam bile bu hikayenin yalnızca bir kahramanı olabileceğini görebiliyordum. Bir yaşamın kesişebileceğinin farkında olsam bile aynı acıları çekmeyen insanların, o acıların ardındaki mutlulukların değerini bilemeyeceklerini öğrenmiştim.

Kedim çoktan derin bir uykuya daldı, odamı da yalnızca sokak lambası aydınlatıyordu. Günlerden Cuma olduğundan sanırım, sokakta arabaların gürültüsü ve insanların kahkahası eksik olmadı. Genelde içmem ama masanın diğer ucundaki sigara paketine uzanıp kalın kapağını kaldırdım ve sıra sıra dizilmiş sigaralardan birisini çektim. Dudağıma götürüp yanıbaşımda duran, belki 2-3 ay önce bir büfeden almış olduğum kibrit kutusundan bir kibrit çöpü çıkarıp yakmaya çalıştım. Bir kaç denemeden sonra o çöp çoktan alev almıştı ve sigaramı yaktım. Alevle tutuşan tütünlerin seslerini dinledim. Sigaradan içime bir duman çektim ve yarı açık pencereme doğru üfledim. Dumanlar yavaş yavaş sokağa doğru uçup gitti. Aklım bir anda bir kaç yıl öncesinde yaptığım dönüş yolculuğuna doğru gitti.

Kış İstanbul’u sarıp sarmalarken ben bir otobüs yolcuğunda buğu tutmuş bir otobüs camına başımı yaslayıp İstanbul’a doğru yolculuk ediyordum. Bir dönüş yolculuğuydu bu. Garip bir kavuşma gibiydi. İstanbul’un garip hissettiren yanlarından birisi buydu. Ne zaman bu şehrin sokaklarında kaybolup gitsem, bambaşka bir şehre kaçıp gidesim gelirdi. Sonra bir bilet kesip çıkıp giderdim bu şehirden ve bir kaç gün sonra bir özlem kaplardı içimi. O şehirde büyümüştüm sonuçta. İlk defa İstanbul’da aşık olmuştum, ilk İstanbul’da bulmuştum kendimi. Başımı yasladığım bir camdan karanlığı seyredebiliyordum. Bir ayrılığın ve bir kavuşmanın hissiyatını bu karanlıkta tatmıştım. Otobüs hiç karanlıkta kalmayan şehre gelmişti sonra, otogarda inip servisi beklemeye başlamıştım. O sıralar sıkça içtiğim bir sigaradan birini yakmıştım ve parmak uçlarımı üşüten soğukta sigaramı içmeye başlamıştım. Uzaktan zar zor seçebildiğim servis bize yaklaşırken sigaranın sıcaklığını parmak uçlarımda hissettim ve yakındaki bir çöp tenekesine bastırmıştım izmariti.

Kül tablasına bastırdığım izmaritten son bir kaç duman süzülürken kül tablasının olabildiğince dolu olduğunu gördüm. Bir sigara süresince bir yolculuğu hayal etmiştim.Kedim yerini beğenmemiş olsa gerek, kalktı diğer kanepeye zıpladı ve oradan da pencere pervazına gitti. Pencere pervazında oturup karanlık gökyüzünü izlemeye başladı. Gökyüzünde birazdan kaybolacak olan bir kaç martıyı, hayran hayran izliyordu. Uzanıp pencereden gökyüzünü seyretmeye başladım. Aklım aylar öncesinde bir terasta oturduğum güne yolculuk etti.

Yaşamımdaki tüm fazlalıkları atıp gittiğim bir an hayatta sahip olduğumu düşündüğüm onca şeyden vazgeçip bambaşka bir ülkeye gitmiştim. Sahip olduğum derken bunları arkadaşlar,sevgili ve meslek olarak tanımlayabilirdim ancak şimdi baktığımda yalnızca bir prangaymış. İşte bu prangalardan kurtulup, her şeyi bırakıp bir ülkeye gitmiştim. Tanışabileceğim en iyi insanlarla tanıştım, en eğlenceli vakitleri geçirdim ve hiç unutmayacağım dostluklar edindim. Yaşamda bir dağ gibi görünen sorunların, yalnızca ufak ve gereksiz bir tümsek olduğunu farkettiğim bir gece biramı alıp evimin terasına çıkmıştım. Hava oldukça serindi. Sırtımda bir pike ve elimde bir kaç birayla terasa oturmuştum. Önümde olabildiğince uzanan Akdeniz’le birlikte mutluluğun şerefine içmiştim.

Kedim miyavlamaya başladı. Göz göze geldik, pervazdan atlayıp ayak ucuma kadar geldi. Kocaman gözleriyle bana bakarak tekrar miyavladı. Sanırım karnı acıkmıştı. Mutfaktan mamasını alıp mama kabına doldurdum. Hala bana bakarak miyavlamaya devam etti.

“Ne oldu oğlum, ne istiyorsun?” dedim. Miyavlayarak bacaklarıma dolandı. Eğilip başını sevdim. Son bir defa bakıp mama kabına doğru koştu. Masada oturup etrafı izlemeye devam ederken, kanepede oturan o, bana sordu;

“Günün nasıl geçti, anlat bakalım.”

Pencereye, kül tablasına, odaya ve kedime baktıktan sonra ona dönüp;

“Hiç, yalnızca burada oturdum işte” dedim.

“Hmm… Güzel.” dedi.

0 Shares:
Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.

You May Also Like
Devamını Oku

Vapur

‘Beşiktaş – Kadıköy vapuru boğazın hafif dalgalı sularında yavaşça iskeleye yanaşırken ben, kalabalıktan sıyrılmış iskelenin kapalı yolcu kapısındaki…
Devamını Oku

2017 Vedası

İstanbul’un en kalabalık meydanlarından birini gören bir köşede, duvara yaslanmış yeni yıla girmenin heyecanını yaşayan insanları izliyorum. Gökyüzü,…
Devamını Oku

Yol

Oldukça soğuk bir Aralık ayı sabahı sırt çantamı açık olan araba bagajına koyup elimdeki poşetleri de yanına bıraktım.…
Devamını Oku

Gent’e Veda Ederken

İzmir’de yaşadığım dönemde bir akşam dolabımda okunmayı bekleyen onca kitap arasından bir kitabı seçerek sayfalarını karıştırmaya başladım. Beni…